DÜŞLER ÜLKESİ
O gece bizim evin
salonunda kurduğumuz hayal dünyasında ben, yalnızlığım ve düşüncelerim; uzun
uzun gezindikten sonra konuşmaya başladık. Zaten ne zaman bir araya gelip iki
kelam etmeye kalkışsak hemen ihtilafa düşüp birbirimizin fikirlerine karşı
çıkarak tartışmaya başlıyoruz. Genelde
de müthiş biçimde zeki olan yalnızlığımın fikirleri, bizim fikirlerimize üstün
gelerek bizi susma mecburiyetinde bırakıyor. Yalnızlığımın karşısında
düşüncelerim dumura uğruyor. Oysa ki bu sefer muharebeyi bizim kazanacağımızı
ummuştum ama yanılmışım düşüncelerimin en doğru yerinden, vurulmuşum
yalnızlığımın en koyu tonundan. Eğer bir
gün ölürsem beni yalnızlığıma gömsünler.
Yine bir gün biz
sohbetin en koyu yerindeyken, hayal dünyamıza bir kelebek teşrif etti. Hayal
dünyamıza bizden izinsiz nasıl girdiğini ilk başlarda anlayamadığımız için
şaşkınlık içindeydik. Sınırlarımızı
ihlal etme cesaretini gösterdiğinden dolayı onu tebrik etmemiz gerekirdi. Ama
bunu yapmadık çünkü bu uluslararası anlaşmalara aykırıydı. Kelebeği öldürmemiz
gerekiyordu lakin öldürmeyecektik çünkü bizim dünyamızda öldürmek olmamalıydı
bilakis yaşatmak olmalıydı. Zaten gerçek dünyada yeteri kadar ölüm vardı.
Yeryüzünde her gün binlerce çocuk öldürüldüğü halde neredeyse kimse bu iğretiye
ses çıkarmıyor bu da; insanlığın ve insanların vicdanının çoktan öldüğüne
delalet ediyor. Hayal dünyasına çekilmemin en önemli sebeplerinden biri de
bunun olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Efsunkar bir görünümü olduğundan
dolayı gözlerimizi kelebekten alamadık. Alenen üzerimize doğru gelmeye başladı.
Yanımıza ulaşmasına ramak kala durup; uzun uzun bize baktıktan sonra pervasızca
çekip gitti. Bu da ne demekti şimdi ?
Genel de hep
böyle oluyor zaten; hayatımıza destursuzca girip her şeyimiz olduktan sonra
sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi çekip gidiyorlar. Ama şimdi durum biraz
farklıydı; kelebek sanki bir şeyler anlatmak istiyordu ama ben anlayamamıştım.
‘’Hem bir kelebek neden anlaşılmak ister ki ?’’ sorusunu yüzlerce kez kendime
sormama rağmen cevabını bulamadığım için yalnızlığıma sormaya karar verdim. ‘’
Ey yalnızlığım’’ dedim ‘’bir kelebek neden anlaşılmak ister ?’’ Yalnızlığım bir
derviş edasıyla arkasına yaslanıp birkaç saniye sustuktan sonra; ‘’Evlat dünya üzerinde yaşayan her canlı
anlaşılmak ister ama kimse anlamak istemez. Sorun da buradan kaynaklanıyor
zaten. Kelebek de anlaşılmak istiyor ve
sadece senin kendisini anlayabileceğini düşünüyordu ama neden sonra korktu,
vazgeçti ve gerisin geriye gitti. Çünkü kelebek de yeryüzünde yaşayan her canlı
gibi anlaşılmak istiyor ama anlamak istemiyordu. Senin de kendini anlatmandan
ve kendisinin seni anlayamayacağından çekindi ve bu yüzden kendini uzak
diyarlara gitme gereği içinde hissetti’’ diye sözlerini noktaladı. Ben bu
sözlerin tam olarak ne anlama geldiğini çözmeye çalıştıkça anlattığı her şey
sanki daha da anlamsızlaşıyordu. Yine her zaman olduğu gibi kendimi
anlayamıyordum. Bu hengamenin içinde çırpınırken neden sonra şu cümle
istemsizce döküldü dudaklarımdan; ‘’Anlatırım derdimi kendime, anlamaz beni
kendim.’’
Çalmakta olan
kapımın zili hayal dünyamı yerle bir etmeye yetmişti ama ‘’yılmak, yıkılmak,
yorulmak’’ mefhumlarını lugatımdan çıkaralı uzun zaman olmuştu. Onlar yıkmaya
kalkıştıkları andan itibaren ben yeniden inşa etmeye başlıyordum. Kapıya doğru
yönelirken defterime büyük harflerle yazılan ‘’içimde ölen biri var, sanırım o
benim’’ ifadesi dikkatimi çekti. Yazı benim yazıma benziyordu ama bu cümleyi
yazdığımı hatırlamıyordum. Bu dilemmanın içinden kurtulmaya çalışırken kapı
ısrarla çalmaya devam ediyordu. Böylelikle ısrara daha fazla dayanamayıp;
düşüncelerimi yalnızlığıma emanet edip kapıyı açtım. Kapıcı sabah gazetesi ve
iki tane ekmekle karşımda duruyordu. Sanırım sabah olmuştu ve ben yine zamanın nasıl geçtiğini
anlayamamıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder