11 Eylül 2016 Pazar

                                                      DÜŞLER ÜLKESİ
     O gece bizim evin salonunda kurduğumuz hayal dünyasında ben, yalnızlığım ve düşüncelerim; uzun uzun gezindikten sonra konuşmaya başladık. Zaten ne zaman bir araya gelip iki kelam etmeye kalkışsak hemen ihtilafa düşüp birbirimizin fikirlerine karşı çıkarak tartışmaya başlıyoruz.  Genelde de müthiş biçimde zeki olan yalnızlığımın fikirleri, bizim fikirlerimize üstün gelerek bizi susma mecburiyetinde bırakıyor. Yalnızlığımın karşısında düşüncelerim dumura uğruyor. Oysa ki bu sefer muharebeyi bizim kazanacağımızı ummuştum ama yanılmışım düşüncelerimin en doğru yerinden, vurulmuşum yalnızlığımın en koyu tonundan.  Eğer bir gün ölürsem beni yalnızlığıma gömsünler.

     Yine bir gün biz sohbetin en koyu yerindeyken, hayal dünyamıza bir kelebek teşrif etti. Hayal dünyamıza bizden izinsiz nasıl girdiğini ilk başlarda anlayamadığımız için şaşkınlık içindeydik.  Sınırlarımızı ihlal etme cesaretini gösterdiğinden dolayı onu tebrik etmemiz gerekirdi. Ama bunu yapmadık çünkü bu uluslararası anlaşmalara aykırıydı. Kelebeği öldürmemiz gerekiyordu lakin öldürmeyecektik çünkü bizim dünyamızda öldürmek olmamalıydı bilakis yaşatmak olmalıydı. Zaten gerçek dünyada yeteri kadar ölüm vardı. Yeryüzünde her gün binlerce çocuk öldürüldüğü halde neredeyse kimse bu iğretiye ses çıkarmıyor bu da; insanlığın ve insanların vicdanının çoktan öldüğüne delalet ediyor. Hayal dünyasına çekilmemin en önemli sebeplerinden biri de bunun olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Efsunkar bir görünümü olduğundan dolayı gözlerimizi kelebekten alamadık. Alenen üzerimize doğru gelmeye başladı. Yanımıza ulaşmasına ramak kala durup; uzun uzun bize baktıktan sonra pervasızca çekip gitti. Bu da ne demekti şimdi ?

     Genel de hep böyle oluyor zaten; hayatımıza destursuzca girip her şeyimiz olduktan sonra sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi çekip gidiyorlar. Ama şimdi durum biraz farklıydı; kelebek sanki bir şeyler anlatmak istiyordu ama ben anlayamamıştım. ‘’Hem bir kelebek neden anlaşılmak ister ki ?’’ sorusunu yüzlerce kez kendime sormama rağmen cevabını bulamadığım için yalnızlığıma sormaya karar verdim. ‘’ Ey yalnızlığım’’ dedim ‘’bir kelebek neden anlaşılmak ister ?’’ Yalnızlığım bir derviş edasıyla arkasına yaslanıp birkaç saniye sustuktan sonra;  ‘’Evlat dünya üzerinde yaşayan her canlı anlaşılmak ister ama kimse anlamak istemez. Sorun da buradan kaynaklanıyor zaten.  Kelebek de anlaşılmak istiyor ve sadece senin kendisini anlayabileceğini düşünüyordu ama neden sonra korktu, vazgeçti ve gerisin geriye gitti. Çünkü kelebek de yeryüzünde yaşayan her canlı gibi anlaşılmak istiyor ama anlamak istemiyordu. Senin de kendini anlatmandan ve kendisinin seni anlayamayacağından çekindi ve bu yüzden kendini uzak diyarlara gitme gereği içinde hissetti’’ diye sözlerini noktaladı. Ben bu sözlerin tam olarak ne anlama geldiğini çözmeye çalıştıkça anlattığı her şey sanki daha da anlamsızlaşıyordu. Yine her zaman olduğu gibi kendimi anlayamıyordum. Bu hengamenin içinde çırpınırken neden sonra şu cümle istemsizce döküldü dudaklarımdan; ‘’Anlatırım derdimi kendime, anlamaz beni kendim.’’


     Çalmakta olan kapımın zili hayal dünyamı yerle bir etmeye yetmişti ama ‘’yılmak, yıkılmak, yorulmak’’ mefhumlarını lugatımdan çıkaralı uzun zaman olmuştu. Onlar yıkmaya kalkıştıkları andan itibaren ben yeniden inşa etmeye başlıyordum. Kapıya doğru yönelirken defterime büyük harflerle yazılan ‘’içimde ölen biri var, sanırım o benim’’ ifadesi dikkatimi çekti. Yazı benim yazıma benziyordu ama bu cümleyi yazdığımı hatırlamıyordum. Bu dilemmanın içinden kurtulmaya çalışırken kapı ısrarla çalmaya devam ediyordu. Böylelikle ısrara daha fazla dayanamayıp; düşüncelerimi yalnızlığıma emanet edip kapıyı açtım. Kapıcı sabah gazetesi ve iki tane ekmekle karşımda duruyordu. Sanırım sabah olmuştu  ve ben yine zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım.

17 Haziran 2015 Çarşamba

Sessizlikteki Ses

   Daha sonra yapayalnız kaldım, kimsesiz ve çaresiz. Bir süre sonra ise sessizliğin içinde derin bir ses geldi, sağır oldum. ''Yanız değilsin'' dedi ama o bile bu söylediğine inanmıyordu. Yalnızdım.
    Elimden tuttu, çıkardı beni mağaramdan. Yalvardım kendisine ''çıkarma beni'' diye alışamam dışarıya, ben dışarının adamı değilim hatta ben adam da değilim, eğer çıkarsam mağaramdan ve beni bırakıp gidersen mağarama geri dönemem, yüzüm olmaz buna. Ama beni dinlemedi çıkardı dışarıya
    Yalnızlık ve mağarayla aramı açtı. En sonunda ise korktuğum başıma geldi, beni bırakıp gitti. Geçmişte olanların intikamını almak için bana seslenmiş o sessizliğin içindeki ses. Şimdi araftayım, ne ölebiliyorum ne de gidebiliyorum. Mağarama da dönemiyorum çünkü artık mağaram bile beni istemiyor ona ihanet ettiğimi düşünüyor. 
     Peki ya bana ihanet edenler, bunların hesabını kim soracak? Kimse. Yine her zaman olduğu gibi yenildim sanki yenilmek için varım, belki de yokum. 
     Sanırım bu savda haklıyım. ''Ben zaten her zaman haklıyımdır ama yine de hep kaybederim.'' Bu cümle buraya uymadı, sanki biraz fazla yersiz ve gereksiz. Ama olsun yine de silmeyeceğim çünkü 'o ses' bu cümleye güzel demişti. Artık bu cümle benim için dünyanın en güzel, en önemli, en anlamlı cümlesi. 
     Oysa ki ondan çok bir şey beklememiştim. Hatta sevgime karşılık bile beklememiştim sadece ama sadece yanımda olmasını istemiştim. Ama çok gördü bunu bana, bir yandan o da haklıydı bir hiçe onun gibi biri fazlaydı hatta çok fazla.

19 Mart 2015 Perşembe

KARANLIĞIM

                                                        
     Karanlık bir gecenin, karanlık bir vaktinde göz kapaklarım hafiften aralanıyor. Etrafımda  bulunan karanlık; her yeri çoktan egemenliği altına  almış. Bunu anlayınca içime dönüyorum, içim daha da karanlık.  Uyanır uyanmaz, benimle beraber uyanan ‘’onsuz nasıl yaşayacağım’’ düşüncesi ilk defa bugün biraz geç uyandı, bugün ilk olarak karanlığı düşündüm. Sanırım bu düşünce de benim gibi alışmışlık ve alışılmışlık kavramına karşı.

     Elim telefonumu arıyor, yine her zaman olduğu gibi ilk yatağı yoklayışımda bulamıyorum hatta ikincisinde de bulamıyorum. Halbuki genelde uyumadan önce, yatağımın sol köşesine bırakırım. Ve nihayet bulabildim. Saat 04.35, aman Allah’ım ne mükemmel bir saat hep bu saatte uyanmak istemişimdir. Yalan. Benim istediğim hiçbir şey olmaz. Bu saatte uyanmak istemedim –hatta hiç uyanmak istemiyorum- eğer isteseydim zaten uyanamazdım.

     Bazen kendime şaşıyorum; uyandığımda ilk olarak istisnasız bir şekilde nasıl onu düşünebiliyorum. Beni bu üstün yeteneğimden dolayı kutlamaları gerek. Kim? Bu işte bu derece başarılı olduğumu kim biliyor ki? Kimse. Bu, hayatta övünebileceğim tek başarım. Belki insanlara övünülecek bir eylem gibi gelmeyebilir ama benim için öyle, zaten insanlar kimin umurunda ki? Yaşadığımı ve duygularımın olduğunu fark ettiğim nadir lahzalardan biri.

     Ev soğuk, yatakta büzülüyorum. Yine ‘’onsuz yaşamak’’ düşüncesi kör bir bıçak gibi beynime saplanıyor. Onsuz yaşamak mı? Bunu bugüne kadar nasıl da fark edemedim. Hep ‘’onsuz yaşamayı’’ düşünmüşüm ‘’onsuz yaşayamamayı’’ değil. Kendimden ve sevgimden utanıyorum. Sanırım dilemmaya düştüm. Bu da sevgimin sahte ve değersiz olduğunun en büyük kanıtı, hakim bey suçluyum işte buyurun bu da suçumun kanıtı, aslında onu sevmiyormuşum.  Yalan. Zaten hep yalan söylerim ama sadece kendime. Diğer insanlarla konuşma ihtimalim olsaydı belki onlara da söylerdim.

     Kalbimin acıya alıştığı gibi, gözlerim de yavaş yavaş karanlığa alışıyor. Kapının arkasında asılı duran takvim gözlerime ilişiyor. Böylece aklıma gelen ilk düşünce ‘’acaba bugün, günlerden ne?’’ sorusu oluyor. Onsuz geçen bir günün isminin ne önemi var ki ? Yine kendime yenildim. Düşüncelerden kurtulup eşyaya yoğunlaşmak istedim ama olmadı. Onun dışında hiçbir şey düşünemiyorum. Onunla varım, onsuz yaşamak düşüncesiyle yok oluyorum.

     Bedenim de paramparça bir yalnızlık var, ne yana dönsem parçalanmış cam taneleri gibi kalbimi parçalıyor. Karanlık olan geçmişim kadar, karanlık bir gelecek beni bekliyor. Daha doğrusu parçalanan kalbim bunu gösteriyor. Onu çok düşünüyorum, düşünmeye biraz ara vermem lazım. Belki etrafımda olan bir şeyi düşünerek onu düşünmeyi azaltabilirim.

     Bir eşya bulabilmek için etrafıma bakıyorum ama ne yazık ki etrafımda karanlıktan başka bir şey yok. ‘’Hemen ümitsizliğe kapılmamam lazım, o halde bende karanlığın evrelerini sayarım.’’ Diye kendime ümit aşılıyorum. Kendimce karanlığın evrelerini saymaya başlıyorum; ‘’ Az karanlık, gri karanlık, koyu karanlık, kapkaranlık ve ben’’

     Nefes alış veriş hızım mütemadiyen artıyor. Ekseriyetle bu bayılma zamanımın geldiğinin en büyük belirtisidir. Sahiden; çok düşünmekten kaynaklanan hafif baygınlık nöbetleri geçirdiğimi nasıl da unutmuşum. Bugün az düşünmüşüm demek ki sıra; ‘’baygınlık nöbetleri’’ geçirdiği hatırlamama gelmemiş. Ya da artık eskisi kadar bu nöbetlere karşı koyamıyorum, güçsüzleştim.

     Rüzgarın dinmesinden sonra gökte uçan bir uçurtmanın yavaşça yere doğru alçalması gibi; gözlerim bana fark ettirmeden kapanıyor. Benim hiç uçurtmam olmadı, uçurtmamın olmasını da çok istemiştim. Dedim ya benim istediğim hiçbir şey olmaz, sahip olduğum her şey sahip olmayı hiçbir zaman istemediğim şeylerdir. Gözlerim kapanırken son gördüğüm şey, ilk gördüğüm şey olan ve hep gördüğüm şey olan ‘’KARANLIK’’.

  
   Karanlığımla kararıyorum, yalnızlığımla parçalanıyorum.

6 Mart 2015 Cuma

OĞUZ ATAY'A İTHAFEN

Duvardaki belli belirsiz izlere bakıp düşündü. ”Niye vardım diye ?”Sadece kendisinin duyabileceği bir sesle mırıldandı: ”Kendi kendimin canını sıkmak için var olamazdım herhalde?
Ya onun için varsam belki de hiçbir zaman var olmamıştım hep yoktum ! Gerçekten var mıydık ? Bir zamanlar …  Ama şimdi yokuz. Belki bir zamanlar da yoktuk sadece var olduğumuzu sanıyorduk. Sanmak ne garip kelime ! İçinde hem varı hem de yoku barındırıyor.
Peki ya beni ! Beni de böyle barındıracak bir kelime, bir cümle, bir paragraf, bir kitap, bir insan veya bir eşya var mıydı acaba ? Sanmıyorum ben bile kendimde barındırmadım kendimi onlar niye barındırsınlar ki ?İnsanın kendi kendini barındırmaması ne garip bir cümle ! Hem içinde kendin varken hem de içinde kendin yok.
”Sanırım ben” dedi. ”Bende tutunamadım ” Bunu söylerken aklına Oğuz Atay geldi ve şöyle devam etti :  ”Belki bir Oğuz Atay değildik ama bizde tutunamadık !” dedi ve düşünceler deryasında kayboldu.
                

KARMAKARIŞIĞIM



Kalabalıkta yalnızlaşıyorum
Yalnızlaştıkça kalabalıklaşıyorum
Kalabalıklaştıkça düşünüyorum
Düşündükçe düşlüyorum
Düşledikçe düşüyorum

Düştükçe kalkıyorum
Kalktıkça düşürülüyorum
Düşürüldükçe dönüşüyorum
Dönüştükçe düşündürüyorum
Düşündürdükçe ölüyorum

Öldükçe yaşıyorum
Yaşadıkça deliriyorum
Delirdikçe yazıyorum
Yazdıkça siliyorum
Sildikçe siliniyorum


IMMANUEL KANT VE DÜŞÜNME ÜZERİNE


        Immanuel Kant ‘’kritisizm’’ yani eleştiricilik görüşünü sistemli bir şekilde ortaya atan ilk filozoftur. Kant’a göre bir bilgiyi elde edebilmek için; ‘’Duyumlar, akıl ve idrak’’ gereklidir ve yine Kant ‘’İnsan bilgiyi önce hisseder sonra kavrar daha sonra da düşünür’’  demiştir.  Maddeciler ve Düşünceciler arasındaki uçurumu ortak bir yol bularak sonlandırmıştır.  Maddeciler ve düşüncecilerin görüşlerinin tek başına bir şey ifade etmediğini, ikisi bir arada olunca bilginin elde edilebileceğini, biri olmadan diğerinin değersiz olduğunu savunmuştur. Kant aklın tek başına yetersizliğini, akılla mutlak doğrunun bilinemeyeceğini söyleyerek rasyonalistlere ağır eleştirilerde bulunmuştur. Kant düşünmeye çok önem verir.
        
‘’Düşünmek yargılamaktır’’  sözü Kant’ın en sevdiğim aforizmasıdır. Tam günümüzde ihtiyacımız olan düşüncedir. Çok az düşünüyoruz,  bu uğurda feda edilmesi gereken ne varsa hiç çekinmeden feda edip düş(ün)meliyiz. Düşünsenize düşünemiyoruz ne kadar korkunç değil mi ? Düşünme yeteneğimizi kaybetmeden düşünmeye başlamalıyız, zaten kaybettikten sonra neden kaybettiğimizi bile düşünemeyiz. Azizim vakit çok geç olmadan düşünmeliyiz. Mesela ilk olarak bugüne kadar niye hiç düşünmediğimizi düşünebiliriz. Bunu sevmediyseniz niye düşünmemiz gerektiğini düşünmekle de başlayabiliriz. Düşünmek düşmenin olmadığı tek düştür.
        
Olmak yada olmamak bütün mesele bu değil kandırmışlar bizi yüzyıllardır. Bütün mesele düşünmek yada düşünmemek. Düşünmedikten sonra var olmanın ne anlamı var ki ? Elimizden düşünme yeteneğimizi alarak; ekseriyetle ‘’İtaat et rahat et’’ anlayışını bize benimsettiler. Düşünme yeteneğimize yeniden kavuştuğumuzda aslında mecbur olduğumuzu sanarak yaptığımız hiçbir şeye mecbur olmadığımızı anlayacağız. Mecburiyet diye bir şey yoktur düşünmemek diye bir şey vardır. İlk başta yerimize düşündüler sonra düşünmeyi unutturdular bize ki; onların düşündüğü kadar var olalım diye. ‘’Düşünüyorum öyleyse varım’’ demiş Descartes , o halde var olmak için düşünmeye başlamalıyız. ‘’İtaat et; rahat et’’ anlayışının yerine ‘’sorgula; yaşadığını fark et’’ ilkesini benimsemeliyiz. Düşünüp, sorgulayıp ve yargılamanız  dileğiyle … 

4 Mart 2015 Çarşamba

YOKLUĞUNA BAĞIŞIKLIK KAZANAMADIM

Uyuyamıyorum doktor uyuyamıyorum, anlıyor musun uyuyamıyorum ! Saat sabahın dördünü görmedikçe gözlerim uykuyu görmüyor doktor !

Artık verdiğin uyku hapları da işe yaramıyor. Onlara bağışıklık kazandım her şeyin varlığına yada yokluğuna bağışıklık kazanmışken  onun yokluğuna bağışıklık kazanamadım.

Düşüncelerimden çıkmıyor, anlıyor musun çıkmıyor ? O düşüncelerimden çıkmadan ben nasıl uyuyabilirim, onu orada nasıl yalnız bırakabilirim söylesene nasıl ?

Onu çok düşündüğümü söylüyorsun, insan yaşama sebebini düşünmez mi doktor ?
Onu düşünmeyi bıraktığımda düşünecek hiçbir şeyin kalmayacağını anlamıyorsun. Hayatta olduğumu düşünmemi sağlayan sebebimi elimden almak istiyorsun.

Doktor, Oğuz Atay'ın da  dediği gibi '' Beni anlamıyorsun zararı yok daha beni kimler anlamadı''