Yalnızdı,
bir o kadar da kimsesiz. Herkes kendisini bir bir terk etmişti. Yalnızlaştıkça
kalabalıklaşıyordu. Tek başına kalmanın keyfini çıkarmakla meşguldü, belki de
yalnız olduğunun farkında bile değildi. Mutlu zannediyordu kendisini ve de
kimseye ihyacı olmadığını; halbuki öyle değildi. Her şeyin sonunun olduğu gibi
bu sanrının da sonu gelmişti. Ah bu sonlar ! Yeni üniversiteyi kazanmıştı.
Herkesin öve öve bitiremediği, bir gitsek de rahatlasak gibi zırvalıkların
üzerine söylendiği mekandı, bu üniversite dedikleri yer. O farklıydı, hiç merak
etmemişti üniversiteyi zaten daha önce de hiç görmemişti. Okullar açılalı bir
hafta olmasına rağmen hala derse girmemişti. İkinci hafta ise mecburen derse
gitmek zorunda kaldı çünkü idareciler ve akademisyenler öğrencileri
mutlak hakimiyeti altına almak ve kendilerinin öğrenciden daha üstün
olduğunu belirtmek amacıyla ‘devamsızlık’ denen saçma bir kural icat
etmişlerdi. İlk başta devamsızlığın olmasına anlam veremedi lakin çok
sonraları anladı.
Üniversiteye
gitmek için artık hazırdı, düşüncelerini yanına alarak yola koyuldu.
Yolda giderken tanışmak zorunda kalacağı yeni sınıf arkadaşları aklına geldi ve
‘’Acaba nasıl insanlarla tanışacağım, bunlar da eskiden tanıdığım insanlar gibi
pragmatik felsefeyi benimsemişler midir acaba ?’’ diye düşündü. Daha önce
tanıdığı hemen hemen bütün insanlar kendi emelleri ve çıkarları için insanları
kullanmayı mazur görmüşlerdi. Zaten bunu öğrendiğinden beri insanlardan nefret
ediyordu. Üniversiteye girerken güvenlik görevlisi öğrenci kimliğini
göstermesini istedi. Fakat o böyle bu uygulamadan haberi olmadığını ve daha
yeni üniversiteye geldiğini söyledi. Güvenlik görevlisinin pis bakışları
altında üniversite kapısından içeri girdi.
Güvenlik
görevlisinin kendisiyle ilgilendiğini anladığında sevinmişti hatta güvenlik
görevlisine teşekkür etmeyi düşündü çünkü ilgiye muhtaçtı havaya, suya, ekmeğe
muhtaç olduğu gibi. Ama sonra vazgeçti zaten hangi düşünceyi düşünse hemen
düşündüğü düşünceyi öldürmeye çalışırdı çünkü Ona öyle öğretilmişti. Ve o da
böyle yaparmış gibi yapardı. Ama sadece yaparmış gibi daha fazlası değil,
öldürmezdi düşünceyi çünkü onun felsefesinde bir düşünceyi öldürmek bir insanı
öldürmekle eşdeğerdi. Düşüncelerini kimse ile paylaşmazdı çünkü düşüncelerini
karşı tarafa söylediğinde kendini ele vermiş olacaktı. Kimseye bir şey anlatmamayı
öyle benimsemişti ki ; kendisine bile anlatmıyordu. Kendisine
anlatmamasının başka bir sebebi ise; içinde yaşadığı toplumun kendi kendine
konuşan kişileri deli diye nitelendirmesiydi. O topluma mensup olan diğer
bireyler gibi uymak zorunda olduğu için uyuyordu bu kurallara. Uymadığı zaman
ise hemen toplum tarafından anormal damgasını yiyeceğini biliyordu.
Sahiden
nedir bu normal dedikleri şey? Çoğu sosyoloji kitabına göre; ‘’İnsanın
fıtratına uygun olan her eylem’’ diye tanımlanıyordu. Fakat O bu önermeyi kabul
etmiyor hatta inanmıyordu. Ona göre normal; norm kelimesinden türemişti, norm
kural demek olduğuna göre normalde birilerinin koyduğu kurallar olmalıydı.
Kural koydukları yetmiyormuş gibi bir de bütün insanlardan bu kurallara riayet
edilmesini bekliyorlardı. Bu Ona saçma geliyordu çünkü o kurallar konulurken
kendisi orada yoktu, kendisine sorulmadan konulan bu kurallara uyulması nasıl
beklenirdi kendisinden.
Konuşmak
istediği zaman lafı hiç eveleyip gevelemeden söylerdi. Bu yaptığı eylem de toplumun
hoşuna gitmiyordu, sanki toplumun aksine bilerek yaratılmıştı. Toplum insanın
yapmacıklaşmasını ve kuralların sorgulanmamasını istiyordu. Hatta’’
her doğru her yerde söylenmez’’ diye de saçma bir tane söz uydurmuşlardı. Ama o
farklıydı toplumda hiçbir zaman etkin rol almadı bu sistemin çarklarının
dönmesinde oluşturulmuş düzene destek vermedi. Kendisine gelen bütün teklifleri
hiç düşünmeden reddetti.
Bugüne
kadar ne hemcinslerinden birini ne de karşı cinsten birini sevmişti. Zaten buna
hiçbir zaman da gerek duymamıştı çünkü kendi sınırlarına sığmayan, kendisini
sevmeyen biri nasıl olur da başka birini sevip de mutlu olabilirdi ki?
Kendisine sorarsanız birine aşık olmaya ihtimal bile vermezdi. Aşka da
inanmazdı zaten. O böyle düşünürken kader ağlarını örüp Ona bir oyun
hazırlıyordu.
Sınıfı
bulup içeri girecekti ki; ‘’acaba kapıyı çalıyorlar mı bu üniversite dedikleri
yerde?’’ diye bir şey aklına takıldı yine de nezaket olsun diye kapıyı
çaldı içeri girdi. Kimse kimseyi tanımıyordu ve herkes birbiriyle konuşmaya
çekiniyordu. Arada samimiyet namına bir nebze bile olsa bir şey yoktu. O bu
manzarayı çok severdi ayrıca insanların gereğinden fazla samimi olmasını
samimiyetsizlik ve saçma bulurdu.
Öğretmen
derse başlamıştı bile; öğrencileri uyması gereken kurallara uyması için
uyarıyordu aksi halde olacakları söyleyerek öğrencileri tehdit ediyordu. Tabi
hoca bunu yaparken sokak jargonunun yerine entelektüel bir tavır takınıyordu.
Entelektüel tavır takınmasının sebebi yaptığının tehdit olduğunun fark
edilmemesi içindi. Sıkıldı. Hoca durmak bilmeyen konuşmasını devam
ettiriyordu. Yan tarafına baktı. Orada güzel gözlü bir kız dudağını hafif
ısırarak gülümsüyordu. Daha önce hiç yaşamadığı bir his içinde belirdi. Kız
gülümsediğinde yüzünde sanki cennet çiçekleri açıyordu. Aşık olmuştu. Birkaç
gün düşündükten sonra kıza bu hislerini hiç açmamaya karar kıldı. Her gün onu
görmek için okula gidiyordu. Bir süre böyle devam etti fakat kızı her
gördüğünde denizi gören yağmurun hırçınlaşması gibi hırçınlaşıyordu bu his. İlk
defa aşık oluyordu böyle durumlarda ne yapılacağını bilmiyordu. Ardan bir
yıldan fazla bir süre geçmişti ama o söylememeye kararlıydı. Fakat bir gün kızı
rüyasında gördü daha fazla dayanamayacağını anladı ve kıza söylemeye
karar verdi.
Kızın karşılık vermeyeceğini bildiği halde kıza söyleyecekti
kendisini sevdiğini ancak söylemek dindirebilirdi bu içindeki fırtınaları. Kıza
her şeyi olduğu gibi anlattı ve tam beklediği gibi olmuştu. Kız başkasını
sevdiğini söyledi. Fakat o bunu kabul edemedi, inanamadı buna. Sevdiği kız
başkasına aşık olamazdı, hatta kimseye aşık olamazdı çünkü o farklıydı. Çünkü
kendisi onu sevmişti, onun sevdiği biri başkasını sevemezdi. Böylelikle aşk; Aşka
inanmanın cezasını karşılıksız aşkı Ona
yaşatarak vermişti. Ah
aşk sen nelere kadirsin ! Bundan sonra ne yapacağını bilemiyordu. Aklına gelen
ilk çözüm okulu bırakmak oldu çünkü bir daha sevdiği kızın yüzüne bakamazdı,
utangaçtı. O böyleydi herkes gibi değildi sevdi mi tam severdi. Yattı mı bir
yatağa hakkını verir Onu düşünmenin. Özledi mi kalbinin sahibini
anlardı ölüm vakti geldiğinin. Ama okulu bırakırsa hem ailesini
diğer insanlara karşı utandırmış olacaktı hem de ailesinin bir daha yüzüne
bakamayacaktı.
Düşünceler
içinde boğulurken gecenin zifiri karanlığı kadar keskin bir düşünce kafasında
belirdi. Diğer düşüncelere göre mantığa en uygunu buydu. ‘’Yapamam bunu’’ dedi.
Gerçekten de yapamazdı çünkü mütedeyyin olmasa da inançlı biriydi. Bu yüzden
intihar edemezdi. Bir çıkış yolu dışında hiçbir çıkış yolu yoktu bu durumdan tıpkı
hayatta olduğu gibi. Ama o intihar etmeyecekti çünkü o farklıydı. Gecenin bir
vakti dışarıya çıktı ve bir daha da kendisinden hiçbir haber alınamadı.
En son deniz kenarında görülmüştü tanıklara göre. Denizi
çok severdi, belki de çok sevdiği denizin kollarında can vermiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder